Medeniyetlerin kesişme noktası: Şanlıurfa


Albert Einstein, bir atomu parçalamanın insanlardaki bir yargıyı yok etmekten çok daha zor olduğunu söylerken tamamen haksız sayılmazdı elbette. Fakat iki günlük Urfa gezim sırasında hem kendimde bulunan, hem de çevremde bulunanların bazı kalıp yargıların nasıl da şişirilmiş bir balon olduğunu, gerçekten ne kadar uzak olduğunu ve gerçeğe yaklaştığı an nasıl patladığını gördüm. Bu yazıyı yazma amacım da, gördüklerimi ve yaşadıklarımı sizlerle paylaşıp sizin kafanızdaki bazı kalıp yargıları da yok etmek istiyor oluşum. Fakat Şanlıurfa gezimden bahsetmeden önce benim için Anadolu'nun, Kürt halklarının ve "Doğu"nun ne demek olduğundan kendi menkıbemden yola çıkarak bahsetmek istiyorum.

Dayım, onu tanıdım tanıyalı iyi bir Ahmet Kaya hayranıydı. Zamanında konserlerine gitmiş, kasetlerini almış, onun gibi giyinmiş, onun gibi davranmış. Onu hep dükkanında Ahmet Kaya şarkıları dinlerken ya da mırıldanırken görürdüm. Tek tipçi ve faşist ilkokul müfredatından geçmiş her çocuk gibi ben de nedenini bilmeden Kürtlere karşı ön yargı besliyordum. Gözümde onlar bölücü, terörist ve haindi. Şimdi, bu genellemeyi yaptığımı düşündükçe kendimden utanıyorum.


Her neyse, bir gün Ahmet Kaya'nın hayatını anlatan bir belgesele denk geldim. Ümit Kıvanç'ın Kaya'nın hayatını anlatan "Uçurtmam Tellere Takıldı" belgeselini izledikten sonra gerek Ahmet Kaya'ya, gerekse Kürt kardeşlerime bakış açım tamamen değişti. Tabiri caizse, kendi içimde tüm  geçmişteki kalıp yargılarım için tövbe ettim. Yaptığım yanlışın farkına vardım ve bir daha bu hatanın içine düşmemeye, düşen arkadaşlarımı uyarmaya ve insanların bu tarz kalıp yargılarla aralarına sınır koymamaları için uğraşmaya kendi içimde söz verdim.

Bu amaca yönelik,  ilk olarak 2015 yılında 6 aylık bir çalışma sonucunda 100 sayfalık sosyolojik  bir analiz çalışması ortaya koydum. Bu çalışmaya, Ahmet Kaya'nın sözü olan  "İnanca Saygı Düşünceye  Özgürlük" adını verdim. Bu çalışma  kapsamında arkadaşım Uğur Uzun ile birlikte; içlerinde Prof. Dr. Atilla Yayla, Prof. Dr.  Nevzat Tarhan gibi önemli   önemli akademisyenlerden ve Yıldıray Oğur, Etyen  Mahçupyan gibi önemli gazetecilerle fikir alışverişinde bulunduk. Sakarya'da 500 kişilik bir örnekleme anket çalışması uyguladık. Konuyla alakalı makale ve kitapların taramasını yaptık.


Bir gün okulum Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesi'ni ziyaret eden Sakarya Valisi Hüseyin  Avni Coş çalışmamızı inceledi ve beğenerek bunun kitap olarak basılmasına karar verdi.  Kitap basıldıktan sonra gerek Kanal 54 ve Radyo Mega gibi yerel medyada gerekse Ülke TV ve TVNET gibi ulusal medyada çalışmamızı anlatma fırsatı bulduk. Katıldığım her mecrada, kardeşliğin öneminden, haklardan, hürriyetten, demokrasiden bahsettim. Kalıp yargılarımızı kırmamız gerektiğini üstüne basa basa söyledim.

Daha sonra hem köşe yazdığım Sakarya Yenihaber Gazetesi'nde hem de bulunduğum ortamlarda her zaman Türk ve Kürt halklarının kardeşliğinden, Kürtlerin kültürel hak taleplerinden ve kalıp yargılarımızın zararlarından bahsetmeye çalıştım kalemim yazdığı, dilim döndüğünce.

Bu süreçte her yaştan birçok Kürt arkadaşım oldu. Birçoğu ile farklı görüşlerde olmamıza rağmen hepsi ile çok sağlıklı iletişim kurdum ve arkadaşlığımız hemen hemen hepsi ile devam etmekte. Onlar sayesinde şunu fark ettim ki, Ahmet Kaya'nın dediği gibi "Her milletin şereflileri ve şerefsizleri vardır. Kürtler de Türkler de bundan muaf değildir."

Daha önce doğu illerine hiç gitmemiş olduğum için içimde büyük bir merak ve istek vardı. Zamanında LDT  çevresindeki aktivistlerin girişimi ile yola çıkan Barış Treni'ne katılmak çok istemiş fakat tam o tarihte bir televizyon programına davet edildiğim için katılamamıştım. Daha sonra ise önüme böyle bir fırsat çıkmamıştı ta ki Şanlıurfa Valiliği ve Şanlıurfa İl Milli Eğitim Müdürlüğü'nün ortak projesi olan "Kardeş Okul" projesine kadar. Bu proje kapsamında Şanlıurfa'daki bazı okullara batı illerinden kardeş okullar seçiliyor ve o okulun öğrencileri ile öğretmenleri Urfa'da ağırlanıyordu. Bizim Cemil Meriç Sosyal  Bilimler Lisesi de  Şanlıurfa Sosyal Bilimler Lisesi'nin kardeş okulu olarak seçilmişti. Bunu duyduğum an çok mutlu oldum. Öyle zannediyorum ki yurtdışına bir yere gidecek olsam bu kadar sevinmezdim. Çünkü iki yıldır her platformda savunduğum kalıp yargılarımızın yanlış olduğu gerçeğini hem yerinde görüp tecrübe edebilecektim hem de arkadaşlarıma bu dediklerimi bir bakıma kanıtlamış olacaktım.

Yolculuğun uzun olacağını bildiğim için yanıma yolda atıştırmalık bir şeyler alarak, üstüme de rahat bir şeyler giyerek yola çıktım. Urfa'ya giderken ilk önce Kayseri'de mola vererek Kayseri Kilim Sosyal  Bilimler Lisesi'nde kahvaltı yaptık. Ardından Maraş'ın meşhur dondurmasını tadarak yola devam ettik. Gaziantep'te son molayı verip Gaziantep Sosyal  Bilimler Lisesi'nde öğle yemeği yedikten sonra Urfa'ya doğru tekrar yola çıktık.

Dağların arasından, muhteşem bir manzara eşliğinde otobüste Ahmet Kaya dinleyerek, Grup Tillo dinleyerek, Urfa ezgileri söyleyerek ilerledik.

         
       Yol boyunca gerek arkadaşlarımda gerek öğretmenlerimde bir endişe sezdim. Bunu şakaya karışık olarak yokmuş gibi göstermeye çalışsalar da, o gerginliği hissetmek çok da zor olmuyordu. Zira bir arkadaşım bunu sesli bir şekilde (şakayla karışık olsa da gerçeklik payı vardı) "Önümüze teröristler çıkıyormuş arabayı durduruyorlarmış" diyerek dillendirdi. Bu endişenin, korkunun sebebi elbette ki kalıp yargılardı. Bize televizyonlarda ve gazetelerde aşılanan doğu ile terörün eşleştirilmesiydi buna sebep olan.  Bense oldukça rahattım.  Doğu ile terörün bağdaştırılmaması gerektiğini biliyordum.

                Yolda  ön yargılarımıza örnek olarak ilginç bir muhabbet geçti. Ben, Urfa'ya gider gitmez ilk gördüğüm yerde puşi alacağımı ve takacağımı söyledim. Puşi, yani hani şu televizyonlarda ve tüm medya organlarında sadece teröristlerin taktığı bir bez olarak lanse edilen oysa Doğu ve Güneydoğu'nun kültürel giyiminin önemli bir parçası olan bez. Ben böyle dedikten sonra birkaç arkadaşım ve hatta birkaç öğretmenim ne olursa olsun puşi almayacaklarını ve asla takmayacaklarını söylediler. Çünkü onlar da puşinin bölge insanının geleneksel bir kıyafetini olduğunu bilmiyor, puşiyi sadece teröristlerin takacağını sanıyordu.  Ben bu kalıp yargıların yıkılacağını ümit ederek muhabbeti devam ettirmedim. Çünkü biliyordum ki söylediklerim değil artık gördükleri çok daha etkili olacaktı. Otobüste Ahmet Kaya dinleyerek ve söyleyerek yola devam ettik.

       
   Urfa'ya varmak üzereyken herkese Urfa'yı görmeden önceki düşünceleri ve beklentileri soruldu. Ben dahil herkesin kafasında eski damlı evler ve tarihi mekanlar vardı sadece. Oysa Şanlıurfa'nın merkezine girdiğimiz andan itibaren herkes ağzı hayretten açık kalmış şekilde etrafına bakınıyordu. Beklediğimizin aksine çok gelişmiş bir şehir çıktı karşımıza. Gökdelenler, lüks oteller, büyük AVM'ler, çarşılar, caddeler köprüler, üst geçitler, raylı sistem... Yani biz Sakarya'yı bir büyükşehir zannederken, büyükşehrin ne olduğunu Urfa'da öğreneceğimizi hiç beklemiyorduk. Bu kadar gelişmiş, büyümüş ve bu kadar güzel bir şehircilik anlayışı ile süslenmiş bir şehir beklemiyordum açıkçası. Hiçbirimiz beklemiyordu. Çünkü bize doğunun, Urfa'nın bu tarafları hiç gösterilmemiş, bu yönlerinden hiç bahsedilmemişti.  




      Şaşkınlığımız devam ederken, saat de akşam üzerine yaklaşmaktaydı. Otobüsümüz kalacağımız otele 20 saatlik bir yolculuğun ardından ulaştı. Otel odalarımıza yerleştikten sonra, akşam yemeğini yemek için Şanlıurfa Müzesi'ne geçtik. Şanlıurfa Müzesi, şehrin tam göbeğine yapılmış ve mimarisi ile gerçekten etkileyici ve o ruhu hissettiren bir yapıt. O gece sadece müzede bulunan restoranda yemeğimizi yedik.  Müzeyi ise son gün gezdik. Müze ile ilgili gözlemlerimi bu sebeple yazının ilerleyen bölümlerinde sizlerle paylaşacağım.


         Şanlıurfa Müzesi'nin içerisinde bulunan restoranda bizi Şanlıurfa Sosyal Bilimler Lisesi öğrencileri ve öğretmenleri karşıladı. Masalarımıza geçtikten sonra her masaya Urfa SBL'nin birkaç öğrencisi oturdu ve tanışmaya başladık. Benim oturduğum masaya İsmail Hakkı ve Emre geldi. Sıcakkanlı tavırlarıyla bizlerle tanıştı ve muhabbet etmeye başladık.  Bu esnada okulun rehberlik öğretmeni Osman hoca da masamıza geldi ve üniversiteyi Sakarya'da okuduğunu o yüzden bizim gelişimize ayrı bir sevindiğini söyledi. Masamızda oturan tarih öğretmenimiz Reyhan Engin ve Urfalı arkadaşlarımızla koyu bir muhabbete dalmışken akşam yemeklerimiz geldi. Urfa diyince elbette akla gelen iki şeyden biri kebaptır. Bizler de yol boyunca Urfa'da kebap yemenin hayalini kurduğumuz için yemekler geldiği an muhabbet bir anda kesildi ve herkes yemeğe odaklandı. Övüldüğü kadar olan, muhteşem bir lezzetle karşılaşmıştık çünkü.

          Müzenin restoranında Urfa'nın meşhur kebabı ile karnımızı doyurduktan sonra muhabbet daha da koyulaştı. İsmail, sorduğum bir soruya cevap olarak Balıklıgöl'e 10 dakika yürüme mesafesinde olduğumuzu söyledi. Ben de bu güzel yemeğin ardından bir kahve içmek için İsmail'den bizi Balıklıgöl'e götürmesini rica ettim.  Masamızdaki grup ikiye ayrıldı, bir grup Emre ile birlikte müzenin yakınında bulunan parka gitti. Biz ise İsmail ile birlikte Balıklıgöl'e gittik.

           Saat  akşam 9'u geçmekteydi. Balıklıgöl'ün yanında kahvemizi içerken, İsmail ile ön yargılarımız, kalıp yargılarımız üzerine muhabbet ettik. İsmail konuyla alakalı fikirlerini sormam üzerine, milliyetçilik akımlarının Türklere de Kürtlere de çok zarar verdiğini, bu akımlar sebebiyle insanların birbirine düşman olduğunu söyledi. Ortak ve vicdani bir anlayışın geliştirilmesi gerektiğini, Kürdün Kürtlüğünü, Türkün Türklüğünü en güzel şekliyle yaşamasını ama bunu bir böbürlenme sebebi olarak görmemesi gerektiğini söyledi. Bu görüşlerine kesinlikle katıldığımı söyleyerek, milliyetçilik akımlarının birbirini beslediği belirttim ve kitabımda atıfta bulunduğum  Celadet Bedirhan'ın sözünü anlattım. Malum, zamanın ünlü Kürt aydınlarından Celadet Bedirhan Atatürk'e yazdığı ünlü mektubunda " Türkçü nesil  yetiştirmesi için açtığınız Türk ocakları size Türkçü yetiştirdiği kadar bize de Kürtçü yetiştiriyor." diyordu.

Ortak bir iyi niyete ulaşabilmiş olmanın mutluluğu ile masadan kalktığımızda saat ilerlemişti.  Balıklıgöl'ü gece gözüyle seyrettikten sonra  vedalaştık ve otele geçerek odalarımıza çekildik.




          Sabah, kahvaltıyı kaldığımız otelde yaptıktan sonra topluca Balıklıgöl'e gittik. Balıklıgöl,
büyük yeşil bir alanın içinde bulunuyor. Bu alanı, zihninizde daha iyi canlanması açısından Sakarya'daki Kent Park'a benzetebiliriz. Bu alan içerisinde kafeler, göletler, camiler ve yeşil alanlar bulunuyor.

          Balıklıgöl ikiye ayrılıyor, Ayn-Zeliha Gölü ve Halil-ür Rahman Gölü. Anlatılana göre, Hz. İbrahim mancınık ile kaleden ateşe atılırken, Nemrut'un kızı olan ve Hz. İbrahim'i seven Zeliha kendisini Hz.  İbrahim'i kurtarmak için ateşe atar. Rivayet o ki; Hz.  İbrahim'in düştüğü yerdeki ateş Hz. İbrahim'i yakmaz ve Hz. İbrahim kurtulur. Orası da şu an Balıklıgöl olarak bilinen Halil-ür Rahman Gölü'ne dönüşür. Nemrut'un kızı Zeliha'nın kendisini attığı kısımda ise Zeliha yanarak can verir ve orası da daha sonra Ayn Zeliha Gölü olarak adlandırılır. Hatta bir rivayete göre, Urfa'nın "milli marşı" olan "Nemrudun  Kızı" ezgisinde bahsedilen de o Zeliha imiş.

Balıklıgöl'de Urfa  Sosyal Bilimler Lisesi'ndeki arkadaşlar eşliğinde 7-8 kişilik gruplara ayrıldık. Yaklaşık 3 saat serbest zamanımız vardı. Gezmeye  Urfa'nın çarşılarından başladık. Gelirken planladığım gibi, çarşıya girer girmez yaptığım ilk iş kendime bir puşi almak oldu.


      Puşimi başıma taktıktan sonra çarşıyı gezmeye devam ettik. Fiyatlar oldukça düşüktü. Genelde kahve, tütün, bakır ürünleri ve baharatlar vardı çarşısında Urfa'nın. Bunların yanında güzel hediyelik eşyaları da es geçmeyelim. Çarşı - pazar gezdikten sonra Hz. İbrahim'in doğduğu mağara çıktı karşımıza. Orayı ziyaret ettikten sonra Balıklıgöl'e geri dönerek göl kenarında bir kafede oturduk.




           
        Saat ilerledikçe sıcak da artıyordu. Puşi ise gerek serin tutması gerek de başa güneş geçmesini engellemesi açısından gerçekten çok yarar sağlıyordu takanlara. Benim puşi taktığımı gören arkadaşlarım bana nereden aldığımı sordular.  Onlar da gidip kendilerine aldılar. Gelirken puşiye karşı olan kalıp yargılar kırılmış, ortaya şöyle bir manzara çıkmıştı:



       Balıklıgöl'ü gezdikten sonra saatler öğlen 12'yi gösteriyordu. Günlerden  Cuma olması hasebiyle, arkadaşlarımız ve öğretmenlerimiz ile birlikte Urfa'nın merkezindeki tarihi camiye giderek Cuma namazımızı eda ettik. Cemaat caminin içine sığamamış, caminin dışına taşmıştı. 



          Cuma namazından sonra öğle yemeği için bir restorana geçtik. Orada bizi Urfa İl Milli Eğitim Müdürlüğü Şube Müdürü karşıladı. Yemeğimizi yerken bir yandan da muhabbet ettik. Yemekten sonra tesisin bahçesine geçtik. Oraya ilk önce Şanlıurfa İl Milli Eğitim Müdürü Şerafettin Turan bizi ziyarete geldi. Kendisi ile tanışarak "İnanca Saygı Düşünceye Özgürlük" kitabımdan hediye ettim. Kendilerinin bu proje ile çok doğru bir iş yaptıklarını, bunun sonuçlarının on yıl- yirmi yıl sonra çok olumlu olarak alınacağını belirttim.  


     Daha sonra alana Şanlıurfa Valisi Güngör  Azim Tuna geldi. Önce öğrencilerle muhabbet edip fikir alışverişi yapan Vali Tuna'ya da daha sonrasında kitabımdan hediye ettim. Karşılıklı iyi temennilerde bulunarak ayrıldık ve tüm bu gezi için kendisine teşekkür ettik.

       Şanlıurfa Valisi ve Şanlıurfa İl  Milli Eğitim Müdürü ile tanışıp hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra rotamız ünlü Harran Ovası oldu. Merkezden yaklaşık 40 dakikalık bir yolculuğun ardından vardığımız Harran'da artık hava iyice ısınmış, dayanılmaz bir hal almıştı. Harran'da ilk ziyaret ettiğimiz yer, medeniyetler tarihindeki ilk üniversite olarak kabul edilen Harran Üniversitesi'nin tarihi kalıntıları oldu. İlk çağdan beri varlığı bilinen ve miladi 718-913 yılları arasında, yani İslam'ın hakim olduğu yıllarda bilim ve sanatta doruk noktaya ulaştığı bildirilen Harran Üniversitesi'nin Anadolu'ya yapılan Moğol saldırılarında yakılıp yıkıldığı geriye ise bu parçalarının kaldığını öğrenmek içimizi burktu bir miktar. Eskiden sulak, verimli toprakların üzerinde bulunan bu bilim ve sanat merkezi şimdi ise sıcak, çorak ve kendi haline bırakılmış bir şekilde bekliyordu. 


Tarihi Harran Üniversitesi'ni gezdikten sonra Harran'da bulunan kümbet evlere gittik. 150-200 yılı aşkındır kullanılan kubbeli Harran Evleri‘nin dünyada bir benzeri daha yok. Yanyana dizilmiş bir kaç huniyi andıran ve yazları serin, kışları sıcak tutan Harran Evleri‘nin eski dönemlerde özel bir toprağın gülyağıyla ezilip karıştırılmasından yapıldığı söyleniyor. SİT alanı olarak ilan edildiği için yeni evlerin yapılmadığı Harran’da eski evlerden birini yöreye gelen ziyaretçiler için örnek olarak düzenlenmiş ve gezilebiliyor. Biz de bu örnek evlerden birini gezdik. Gerçekten de o sıcak havada, mimarisi ile oldukça serin bir ortam yaratmayı başarıyordu kümbet evler. 

      Harran'da işimiz bittikten sonra otobüsle kaldığımız otele geri döndük. Dönerken Hz. Eyüp'ün sabır makamını ziyaret ettik ve şifalı sudan içtik. Otele döndükten kısa süre sonra otelden ayrıldık. Zira Urfa deyince akla ilk gelen şeylerden biri olan sıra gecelerinden birine katılacaktık.  Saat de akşam üzeriydi. Otelden ayrılıp çarşının içerisinde yaklaşık yarım saat yürüyerek Paşa Sarayı adında bir mekana geldik.   

Sıra geceleri, Urfa'nın geleneksel kültüründe çok önemli bir yere sahip. Kendisine has özellikleri, kuralları ve ritüelleri var. Urfalılar sıra gecelerini "muhabbet meclisimiz" olarak tanımlıyor. Gerçekten de öyle. Paşa Sarayı'na girdikten sonra yer minderleri ile çevrelenmiş geniş bir salona geçtik. Bağdaş kurarak oturduk ve yer masasında Urfa kebaplarımızı yedik. Yemek bittikten sonra, Urfa ezgileri çalınıp söylenmeye başlandı. Her biri birbirinden içli , her biri birbirinden anlamlı bu ezgiler eşliğin muhabbetin tadına doyum olmazken, bir yandan da sıra gecelerinin vazgeçilmezi çiğ köfte salonun ortasında yoğruluyordu. Bol bol yiyip, bol bol eğlendikten sonra saat gece yarısına yaklaşmışken oradan ayrılarak otele geri döndük ve odalarımıza çekildik. 



       Urfa'da son günümüz müzeleri gezmeye ve Urfa Sosyal Bilimler Lisesi'ni ziyaret etmeye ayrılmıştı. Otelimizde kahvaltıyı yaptıktan sonra eşyalarımızı otobüsümüze yükleyerek ilk önce yazının başlarında da bahsettiğim Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi'ni ziyarete gittik. Gördüğüm en iyi arkeolojik müzeydi. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülüp hazırlanmış. Hem dış görünüşü hem de müzenin içi gerçekten büyülü bir etkileyiciliğe sahipti. Müzede gezerken tarih öncesi çağlardan tarihi çağlara bir yolculuk yapmış kadar oldum.



      Şanlıurfa  Müzesi'nden sonra, yaklaşık 150 metre mesafedeki ikinci bir müzeyi gezdik: Şanlıurfa Mozaik  Müzesi. Tarihi bir konağın tabanına yapılan etkileyici müze, birçok önemli mozaiği barındırıyor ve gezenleri kendisine hayran bırakıyordu. 
Bu müzeleri, tarihe, arkeolojiye ilgisi olan herkesin gezmesini şiddetle tavsiye ederim. 

Müzeleri gezdikten sonraki rotamız Urfa Sosyal Bilimler  Lisesi oldu. Orada, okul idarecileri ve öğretmenleri ile Urfa'da geçirdiğimiz 2 günün muhasebesini yaptık. Herkes kendisini tanıtarak fikirlerini belirtti.  Neredeyse tüm arkadaşlarım ve öğretmenlerim, Urfa'ya gelirken beklentilerinin ve duygularının çok farklı olduğunu şimdi ise bambaşka olduğunu belirttiler. Hepimiz Urfa'ya hayran kalmıştık. Urfa, beklediğimizden çok daha farklı, çok daha güzeldi. İyi niyetlerimizi belirterek, iki okul birlikte hatıra ağacı diktik. Urfa Sosyal Bilimler  Lisesi'nin öğrencilerine ve öğretmenlerine teşekkürlerimizi ileterek  ayrıldık

        Urfa'dan ayrılmadan önce son olarak ise Urfa'nın meşhur ve güzel ilçesi  Halfeti'ye gittik. Muhteşem doğası, harika manzarasıyla Halfeti anlatıldığı kadar vardı gerçekten. Orada da tekne turu yaparak Urfa gezimizi sonlandırdık.. 




Gerek oradaki valilik ve milli eğitim temsilcileri, gerek Urfa Sosyal Bilimler Lisesi’nin öğrenci ve öğretmenleri gerek de sokakta gördüğümüz dükkanına girdiğimiz amcalar, teyzeler bizi oldukça güzel  bir şekilde ağırladı. Orada çok güzel arkadaşlıklar edindik ve Urfa’dan hepimiz kalıp yargılarımızı kırmış bir şekilde, Urfa’ya tekrar gelme ümidi ile, güzel anılar ve güzel arkadaşlıklar bırakarak ayrıldık.

Size de mutlaka ilk fırsatta Şanlıurfa’ya gitmenizi, gezmenizi tavsiye ederim. Merak etmeyin, televizyonlarda ya da medya organlarında gösterildiği gibi bir ortam yok orada, hatta tam tersine barış var, huzur var, kardeşlik var. Oradaki neredeyse herkes, kendilerinin medya tarafından kötü gösterilmesinden şikayetçi. Ve bunun böyle olmadığını giden, gezen, gören herkes kolayca anlıyor.



Yorumlar