Şeker fabrikaları ve özelleştirme



Şeker fabrikalarının bir kısmının özelleştirilmesi meselesi bir süredir gündemde. Tartışmanın konusu, devletin işlettiği 25 fabrikanın 14’ünün özelleştirilmesi. Her ne kadar konu bambaşka alanlara çekiliyor olsa da, tartışmanın temelinde devletçilik ile serbest piyasa ekonomisi arasındaki çatışma var.

 Özelde şeker fabrikalarına, genelde özelleştirme faaliyetlerine karşı olan bir kesim var. Bazı siyasilerin kamu kuruluşları üzerinden kendilerine ve çevrelerine menfaat sağlaması, devletçi tutumları ile bilinen ve özelleşme ile varlık sebeplerini kaybedecek olan sendikalar, kamu kuruluşlarında oy için yapılan istihdam yüzünden kabaran kadrolar ve gereksiz yere fazladan insan çalışması (özelleştirme sonunda bu kişilerden bazılarının işini kaybedebilecek olması), bir de özelleştirmenin doğru olmadığını ideolojik olarak benimseyen kimseler var. Bunların hepsini bir araya getirdiğimizde, çok güçlü bir özelleştirme karşıtı cephe oluşuyor. Fakat bu durum; özelleştirmenin yanlış ya da zararlı olduğu anlamına gelmiyor.

 Öncelikle; özelleştirmenin ne olduğu konusunda bir çıkarımda bulunmak gerekiyor. En basit haliyle özelleştirme, devlet malının umumi olmaktan çıkartılıp özel sektöre transfer edilmesidir (satılmasıdır).

 Devletlerin (ortaya çıkışları doğrultusunda) asıl görevi adaleti ve güvenliği sağlamaktır. Bunların dışındaki tüm faaliyetleri, sivil toplum hem de devletten çok daha başarılı bir şekilde gerçekleştirebilir. Buna eğitimden sağlığa kadar devlete atfedilen her şey dahildir. Güvenlik ve adalet dışında devletin bütçeden (halktan aldığı vergilerden) kaynak atırdığı tüm faaliyetler, aslında halkın ekonomik anlamda zararına olup, devletin görev ve yetki dışına çıktığını gösterir.
 Yaygın inancın aksine, serbest piyasa ekonomisi (maalesef ki) Türkiye’de fikrî açıdan hiçbir zaman egemen olamadı. Hâlbuki atalarımız, Osmanlı İmparatorluğu’nda, savunma hizmetleri bile özel sektöre devretmişlerdi. Bunun dışında demiryolları, elektrik dağıtımı, şehiriçi deniz ulaşımı çok yakın zamana kadar özel sektörün elindeydi.

 Cumhuriyet'in kurulmasının ardından devletçilik ideolojisi benimsendi. Büyük bir dünya savaşının ardından kurulan ülkede özel sektör diye bir şey kalmadığı için,  Türkiye'nin kuruluş yıllarına devletçi politikalar damgasını vurdu. Ama bu bir tercihten çok, bir zorunluluktu. Devlet birçok fabrika kurarak ekonomiyi canlandırabileceğini düşündü. Fakat gözden kaçırılan nokta şuydu; fabrika yapmakla iş bitmiyordu. Asıl mesele onu iyi bir şekilde işletebilmekti. Unutulmamalı ki Sovyetler fabrikasızlıktan değil, aşırı fabrikadan ya da kötü çalışan fabrikalardan batmıştı.  Modern devletler, bürokratik yapıları sebebiyle doğaları itibariyle bir fabrikayı düzgün bir şekilde yönetebilecek yeteneğe sahip değildir. Küçük ihtimaller dahilinde başarılı idareciler sayesinde kısmi olarak dahi iyi yönetilse bile bu durum sürdürülebilir değildir.

 Tüm dünyada özelleştirmeyi savunanların en temel iki gerekçeleri vardır: Birincisi, temelde kapitalizmin gelişme dinamiğinin ardında özel mülkiyetin olduğu anlayışıdır.  Bu yüzden sadece mülkün sahibi o varlığı en iyi şekilde kullanır. Kamu malı ise “hiç kimsenin” malıdır ve onu iyi kullanmak için kimse çaba sarf etmez. (Kimse kendi evindeki tuvaletin duvarlarını karalamayı aklından geçirmez ama umumi tuvaletler grafittilerle doludur) İkincisi ise  ekonomide kaynaklar kıtsa bunları iyi kullanmak gerekir. İyi kullanmanın yolu da bu kaynakları özel mülkiyete dönüştürmekten geçer.

 Devletin şeker fabrikalarında şeker üretmek gibi ulvi bir görevi yoktur. Bu fabrikaların özelleştirilmesi hem devletin zarardan kurtulması, hem de halkın kâr etmesi anlamına gelir. Unutulmamalı ki; Konya'daki şeker fabrikasının özelleştirilmesi Torku'nun ortaya çıkmasını sağladı ve artık Dünya'da rakipleri ile yarışabilen bir markamız var.

Yorumlar